“İşte tam bu esnada sahneye Karl Marx ve onun insan toplumunu materyalist biçimde yorumlayışı sahneye çıktı. Marx, toplumun bir bütün olarak – birbirine bağlı parçalardan oluşan ve sürekli bir değişim ve akış içinde bulunan bir bütün olarak – algılanması konusundaki ısrarında Hegel’in diyalektik anlayışından yararlanmıştı. Değişimin de tanrı gibi dış bir kuvvet tarafından kaynaklanmadığı, bütünü oluşturan her bir parçaya içkin bir özellik olduğu konusunda Hegel ile aynı fikri paylaşıyordu.”
Yazar: Eric Ruder
İngilizceden Türkçeye Çeviren: Tunç Türel
Kapitalizm yer çekimine benzer: Dünyamızı öylesine sarmıştır ki bazen varlığını bile unuturuz. Her ikisinin kanunları da karşı konulmaz bir şekilde işler. Her karşı koyuşsa ciddi bir sakatlanma veya ölümle sonuçlanabilir. Dolayısıyla, zihin alışkanlığı olarak bunları etrafımızdaki dünyanın değişmez özellikleri olarak görmeye alışırız.
Hiç kimse bir merdivenin başında durup aşağıya inmesi gerektiği gerçekliğinden kaçabileceğini düşünemez. Benzer bir şekilde kapitalist toplumda tüm gün boyunca bir fabrikada veya bankada çalışmış hiç kimse ürettiği değeri kolayca yanında götürebileceğine inanamaz. Tabii en azından işini kaybetme ya da hapse atılma riskini göze almadan.
Kapitalist toplumun sosyal dünyamızı şekillendirmedeki gücü toplumun tüm üyelerini kapsar. Tıpkı etrafımızdaki her şey ve bizim de yerçekim kuvvetinin etkisinde olduğumuz gibi. Fakat çoğu kişi kapitalizmin kendi kanunlarına sahip bir güç olduğundan haberdar değildir.
Fizikçiler hariç çok az insan Newton’ın yerçekimi yasasının ne olduğunu açıklayabilir: Yani iki kütleli cismin çekim kuvveti kütlelerinin çarpımıyla doğru orantılıyken, aralarındaki mesafenin de karesiyle ters orantılı olduğunu.
Benzer bir şekilde, pek çok insan günlerini, kapitalist toplumun yaşamlarını nasıl şekillendirdiğinden bihaber geçirmektedir. Neden gün içinde elleri ve beyinlerini kullanarak ürettikleri şeylerin hukuk nezdinde başkalarına ait olduğunu hiç sorgulamazlar mesela. Ya da kapitalizmin iktisadi yasalarıyla sanat, aile, cinsellik ve çevrenin de dahil olduğu sosyal dünyayla arasındaki bağlantısını görmezler.
Fakat kapitalizm çok önemli bir noktada yerçekiminden farklıdır. Çünkü kapitalizm tarihsel olarak belirli bir toplumsal yapıdır. Kapitalizm geçmişi binlerce yıl öncesine uzanan insan uygarlıklarının bir ürünü olabilir, ama bu insanlığın başlangıcından bu yana var olduğu anlamına gelmez. Kapitalizm insan eyleminin bir ürünüdür ve tarihsel gelişim süreci içerisinde meydana gelmiştir. Yani bir şeyden sonra gelmiştir. Bu da şu demek oluyor: Ardından başka bir şey gelecektir.
Diyalektik yöntem gerçeklik üzerinde düşünmenin bir yoludur. Bu yöntem zaman zaman – belki de çoğu zaman – merdivenin dibindeki zemin kadar gerçek ve yerinden edilemez görünen toplumsal bir sistemin gelip geçici doğasını göz önüne sermek için önemli bir araç vazifesi görebilir.
Buna karşılık diyalektik, bir yandan sosyal dünyanın sürekli bir değişim ve hareket halinde olduğunu, öte yandan insan ilişkilerini kuvvetli bir şekilde şekillendiren kapitalizmin ta kendisinin doğal yaşamı da kapsayan materyal dünyadan çıkmış insan aktivitesinin bir ürünü olduğunu başlangıç noktası olarak alır.
Sadece bu sebepten bile dünyayı yöneten insanların neden diyalektikten neden hazzetmediklerini rahatlıkla anlayabiliriz. Diyalektik çözümlemenin başyapıtı Kapital‘in Almanca birinci cildinin sonsözünde Karl Marx’ın da belirttiği gibi:
Oysa, rasyonel biçimi ile diyalektik, burjuvazi ve onun doktriner sözcüleri için rezil ve iğrenç bir şeydir; çünkü, diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda onun olumsuzlanmasını, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü, diyalektik her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır; çünkü, diyalektik hiçbir şeyin altında kalmaz, özünde eleştirici ve devrimcidir.
Tarihte toplumların sabit ve değişime kapalıymış gibi göründükleri anlarda bile değişiyor oldukları bir gerçektir. Bu değişimler sezilemez küçüklükte olsa da her zaman olmaktadır. Bu “moleküler” değişimler eninde sonunda birikip bir yığın oluşturur ve ayaklanma, savaş, devrim formunu alan ani kırılmalara ve transformasyonlara dönüşür. İlk sistematik tanımlaması Alman filozof Georg Hegel tarafından 19. yüzyılın başlarında yapılmış diyalektik metod, Rus devrimci Leon Troçki tarafından 1939’da şöyle özetlenmiştir:
Hegel’in mantığı evrimin mantığıdır. Ama şurası unutulmamalıdır ki “evrim” konsepti kelimeyi “gelişme, ilerleme” anlamında kullanan üniversite profesörleri ve liberal yazarlar tarafından tamamıyla yozlaştırılmış ve güçsüz kılınmıştır. Her kim evrimin, birbirine zıt kuvvetlerin mücadelesi aracılığıyla ilerlediğini anlamış, yavaş yavaş birikmiş değişimlerin belli bir zamanda eski kabuğunu kırarak patladığını ve bir dönüm noktasına, devrime yol açtığını kavramış, her kim evrimin genel yasalarını düşünceye uygulamayı nihayetinde öğrenmişse, o kişi kaba evrimcilerden farkını göstermiş bir diyalektiçidir. Bir piyanist için parmak egzersizleri ne kadar gerekliyse, bir devrimci için de aklın diyalektik eğitimi o kadar gereklidir. Diyalektik tüm problemlere hareketsiz kategoriler olarak değil, birer süreç olarak yaklaşılmasını talep eder. Kaba evrimciler sadece belli başlı alanlarda evrimi kabul ederek kendini sınırlar, geri kalan tüm alanlardaki sorularaysa “sağduyunun” bayağılıyla cevap ararlar.
Evrim üzerine en önemli çalışmalarının bazılarında diyalektik metoddan yararlanmış, 2002’de kaybettiğimiz biyolog Stephen Jay Gould ise şöyle demiştir:
Fermanla ilan edilmiş dogmatik kurallar olarak değil de, değişimin felsefesi için bir kılavuz olarak kabul edildiğinde, diyalektiğin üç klasik yasası değişimi bütünsel sistemlerin bileşenleri arasındaki etkileşim olarak gören ve bileşenlerin kendilerini… sistemin hem ürünleri hem de girdileri olarak gören bütüncül bir vizyona sahiptir. Bu yüzden “iç içe geçen zıtlıklar” yasası bileşenlerin birbirinden ayrılmaz karşılıklı bağımlılığını; “nicelikten niteliğe dönüşümü” yasası artan girdileri durum değişikliklerine çeviren sistem temelli bir değişim görüşünü; “negasyonun negasyonu” yasasıysa kompleks sistemlerin tamamen bir önceki durumlarına geri dönüşleri mümkün olmadığından tarihe verilen yönü tarif eder.
Bu sebeptendir ki Marksistler için diyalektik yöntem, kapitalizm içerisindeki bu veya şu eşitsizlik ya da adaletsizliğin ötesine geçmek demektir. Dünyada mevcut çeşit çeşit ve sayısız baskı ve adaletsizliği listelemek önemlidir ancak bir Marksist olmak için ya da diyalektikçinin yapması gerekli olan bir şey değildir.
Baskıya diyalektik bir yaklaşım, söz konusu baskının diğer sosyal faktörlerden bağımsız, statik ve değişmeyen bir olgu olmasından ziyade, onun nasıl daha büyük bir sosyal bütünün ayrılmaz bir parçası olduğunu açıklar. Baskı üzerine diyalektik bir araştırma, baskı sistemlerinin, nasıl birbirine zıt ve çelişken, birbiriyle rekabet içindeki toplumsal güçlerle bağlantılı olduğunu gözler önüne serer. Dahası, baskıyı uygulamaya çalışanlarla ona direnenler arasındaki mücadelede bu baskıcı sistemlerin hem nasıl inşa edildiğini hem de onlara nasıl karşı konulduğunu gösterir.
Ve diyalektik yöntem baskıyı ve onu ayakta tutan fikirlerin, bir bütün olarak kapitalist sistemin hareketli parçalarıyla nasıl bir etkileşim içinde olduğunu tarif eder. Burada söz konusu olan şey sadece ekonomi değildir; basın, aile, ceza adalet sistemi ve daha niceleri buna dahildir.
Tabii bu örneğin de gösterdiği gibi diyalektik sadece Marksistlere has bir yaklaşım değildir. Sosyoloji, felsefe, antropoloji vb. alanlarda çalışan pek çok ana akım sosyal bilimci de dünyayı toplumsal bir bütün olarak çözümlemektedir. Ama çoğu sosyal bilimcinin toplumsal bütünün parçalarının diğerleriyle nasıl bir ilişki içinde bulunduğuna dair en ufak bir fikri yoktur. “Çok sayıda tarihsel etken” gibi ne idiği belirsiz bir kavramdan ötesine geçememişlerdir. Bir başka deyişle: Her şey, her şeyi etkiler.
Marx’ın çığır açan anlayışını kavrayabilmek için Hegel’in diyalektik anlayışıyla başlamak yararlı olacaktır. Bu aynı zamanda Marx’ın diyalektiği ne kadar geliştirdiği ve nasıl uygulamaya koyduğunu anlamamızı da sağlayacaktır.
Hegel,1812 tarihli Wissenschaft der Logik‘de şöyle yazmıştı: “Çelişki tüm hareket ve yaşamın kökenindedir. Ancak çelişki içerdiği ölçüde herhangi bir şey hareket eder, dürtü ve faaliyete sahiptir.” Buradaki ana fikir, yani karşıtlık, çatışma ve mücadelenin gerçekliğin ikincil bir yüzü değil, merkezi bir konumda olmaları, felsefe dünyasında Hegel’den önceki düşüncelere kıyasla çarpıcı bir ileri sıçramayı temsil etmekteydi.
Zira Hegel’den önce yüzyıllarca, antik Yunanlardan Aydınlanma çağındaki bilimsel devrime değin, dünya hakkındaki bilimsel bilginin gelişimi çoğunlukla dünyadaki her şeyi ayrı parçalara bölmek, her parçanın esasını tanımlamak ve bunların özelliklerini not düşmekle sınırlı kalmıştı.
Amaç, araştırılan nesneleri birbirinden ayırmak ve gitgide daha spesifik bir şekilde sınıflandırmaya tabi tutmaktı. İşte biyolojik organizmaları klasik bir biçimde tanımlamanın yolu, paylaştıkları nitelikler ve gitgide daha spesifik kategorilere ayırmaktan geçiyordu: Alan, krallık, dal, sınıf, takım, aile, cins ve son olarak tür.
Bu bilgi arayışının felsefi temelindeyse ampirik yöntem yatıyordu. Bu yöntem, bu ayrık ve artık iyi tanımlanmış varlıklara dışsal olarak düşünülen etkileşimlere yönelik bilimsel araştırmanın rehberliğini üstleniyordu. Özdeşlik kanunu bu düşünce için kritik bir öneme sahipti. Bir şey ne ise oydu ya da her şey kendisinin aynısıydı. Ya da cebirde ifade edildiği gibi: A’ A’dır. A’nın her zaman A olmasının doğal sonuçlarından biri A’nın asla A’dan başka bir şey olamayacağıydı.
Ama Hegel için bu sorunlu bir kanundu. Modern felsefe, kültür ve topluma baktığında onun gözüne çarpan şey çelişkilerdi: Özne ve nesne, özgürlük ve otorite, bilgi ve inanç arasındaki gerilim gibi. Hegel’in felsefesindeki asıl amacı bu çelişkiler arasındaki gerilimleri, “Mutlak idea” ve “Mutlak Tin” olarak da adlandırdığı kapsamlı, gitgide evrimleşen rasyonal bir birlikteliğin parçası olarak yorumlamaktı.
Bu bakımdan Hegel’in yöntemi, felsefi araştırmanın ayrı “türlerine” içkin çelişkileri ve değişimlerle birlikte bunları birbirlerine bağlayan değişim süreçlerini ortaya çıkarmaya çalışmaktan ibaret olmuştur.
Şurası unutulmamalıdır ki, Hegel diyalektik olmayan sınıflandırmaların kullanışlılığını kesin bir şekilde reddetmemiştir. Britanyalı Marksist John Rees’in diyalektik hakkındaki kitabı The Algebra of Revolution‘da belirttiği gibi:
Hegel’e göre ampirik yöntemin standart bir prosedürü olan şeyleri bileşenlerine ayırmak, onları sınıflandırmak ve niteliklerini kaydetmek diyalektiğin önemli bir parçasıydı. Sürecin ilk aşaması bundan ibaretti… Zira sadece şeylerin “statik” yönlerinin yakalandığı bu süreç içerisinde çelişkiler kendini gösteriyor ve bizi onları bütüne olan ilişkilerine göre (sadece doğasında var olan niteliklerini dikkate almak yerine) tanımlamaya zorluyordu. Bunların değişken doğasını göstermek için Hegel değişim aşamasındaki bu sabit noktalara “uğrak” ismini vermişti. Hegel’e göre bütün, parçaları tarafından “dolayımlanıyordu”. Bu yüzden ampirik tanımlamalar yersiz değildi. Ama dünyaya bakarken yetersiz kaldıkları anlaşılıyordu ve değişimi açıklayabilecek diyalektik bir mantığa ihtiyaç duyuyorlardı.
Hegel’in diyalektik yöntemi ne kadar yaratıcı, hatta devrimci olursa olsun, Hegel’in idealizmi tarafından frenleniyordu. Zira idealizm, sosyal yaşamdaki değişim sürecine toplumdaki kavram ve bilgilerin toplamı düşünceler tarafından yön verildiğini savunuyordu.
İşte tam bu esnada sahneye Karl Marx ve onun insan toplumunu materyalist biçimde yorumlayışı sahneye çıktı. Marx, toplumun bir bütün olarak – birbirine bağlı parçalardan oluşan ve sürekli bir değişim ve akış içinde bulunan bir bütün olarak – algılanması konusundaki ısrarında Hegel’in diyalektik anlayışından yararlanmıştı. Değişimin de tanrı gibi dış bir kuvvet tarafından kaynaklanmadığı, bütünü oluşturan her bir parçaya içkin bir özellik olduğu konusunda Hegel ile aynı fikri paylaşıyordu.
Ancak Marx, bu içsel değişimin kaynağının saptanmasında materyalizmi esas alıyordu. Hegel, tarihin itici gücü olarak fikirleri görürken, Marx içsel değişimin, çelişkilerin ve çatışmaların kaynağı olarak üretim güçlerini, yani insanların kolektif olarak yaşamlarını idame ettirmelerini ve üremelerini, görüyordu.
Marx’ın 1883’deki cenazesinde yaptığı konuşmasında, Friedrich Engels diyalektiğin Marksist versiyonunu şu şekilde özetliyordu:
Darwin nasıl organik doğanın gelişim yasasını keşfettiyse, Marx da insanlık tarihinin gelişim yasasını keşfetmiştir. Şimdiye değin ideolojinin ağır basmasıyla gizlenmiş basit gerçek, insanoğlunun politika, bilim, sanat, din vb. ile ilgilenmeden önce yemesi, içmesi, barınması ve giyinmesi gerektiğidir. Bu yüzden, en ivedi maddi araçların üretimi ve dolayısıyla belirli bir topluluğun belirli bir çağda ulaştığı ekonomik gelişim derecesi, o toplumun devlet kurumlarının, hukuki kavramlarının, sanatının ve hatta din üzerine olan fikirlerinin geliştiği temeli oluşturur ve dolayısıyla, şimdiye kadar olduğu gibi tersinden değil, bunların ışığında açıklanmalıdır.
Hegel’in idealizmi, çağının toplumsal çatışmalarının ve ekonomik krizlerinin burjuva devleti ve insanlığın mutlak Tin’i arayışı sayesinde çözülebileceği kanaatindeydi. Hegel için modern parlamenter devlet, genel özgürlük ve rasyonalite için gerekli olan bireysel hakları güvence altına alabilir, bu da insanlığın niyahetinde mutlak Tin’i kavrayabilmesini mümkün kılabilirdi.
Marx içinse materyal dünyanın temelinde çelişkiler yatmaktaydı. Hepsinin kökündeyse kapitalist toplumun birbiriyle rekabet içindeki sınıfları, yani burjuvazi ve proleterya arasındaki çatışma vardı. Dolayısıyla bu çelişkiler ancak toplumsal bir transformayonla çözülebilirdi. Birbirine muhalif ve aynı zamanda birbirine bağlı kapitalist ve işçi arasındaki ilişkiyi ancak bir devrim ortadan kaldırabilirdi.
Engels, Marx’ın materyalist diyalektiğini, Hegel’in diyalektiğinin başının üzerine dikilmiş ya da daha doğrusu onun ters çevrilip ayakları üzerine oturtulmuş hali olarak tanımlamıştı. Marx’a göre, kendisinin materyalist yaklaşımı Hegel’in diyalektiğini idealizmden kurtararak “mistik kabuğun içindeki akılcı çekirdeği” keşfetmişti.
Elbette hem Hegel’in hem de Marx’ın öncülüğünü yaptığı fikirler çağlarının ve tarihteki yerlerinin tarihsel materyalist bir çözümlemesiyle de açıklanabilir.
Hegel 1770-1831 yılları arasında yaşamıştı ve en önemli eserlerini Fransız Devrimi’nin hemen ertesinde yazmıştı. 1789-1799 yılları, Fransa’da feodal monarşinin yerle bir ediliği ve geçici bir süreliğine olsa da cumhuriyetle yönetildiği, toplumsal değişim yıllarıydı. Kralların tanrıdan aldıkları yönetme yetkisi tarihin çöp kutusuna fırlatılmış ve yerini bireysel hakların prensipleri “liberté, egalité ve fraternité” almıştı.
Hegel’in felsefi fikirlerinin neden sınıflandırma yerine süreci, durgunluk ve hareketsizlik yerineyse çatışma ve çelişkiyi vurguladığını anlamak kolaydır. Aynı zamanda, Fransa’da yaşanan olaylardan uzak oluşu ve tarih, felsefe, estetik ve mantık üzerine geniş çapta bilgisi, tarihsel olarak çığır açan olayları yaşamanın yol açtığı izdihamdan güvende olmasını ve bunları daha uzun bir tarihsel sürece yerleştirmesini sağlamıştı.
Karl Marx ise 1818-1883 tarihleri arasında yaşamıştı. Dünya tarihindeki ilk işçi sınıfı hareketi, 1840’ların ve 50’lerin çartistlerinin, tanığı olmuştu. Hegel Almanya’da, Fransa’yı sarsan siyasi depremden uzak bir mesafede yaşarken, Marx Prusya’da doğmuş olsa da, Paris ve Londra’da yaşamıştı. 1848’de Prusya’yla birlikte tüm Avrupa’yı saran devrimler çağında yaşamıştı. Ama aynı zamanda fabrikaların ve endüstri devriminin diğer sonuçlarının da bir tanığıydı. Bu da onun, kapitalist endüstrinin büyümesiyle ortaya çıkan dramatik ve devasa ekonomik güçleri kavramasına yardımcı olmuştu.
Marx’ın zamanında kapitalizm, dini otorite, batıl inanç ve geleneklerin hakim olduğu durağan feodal topluma kıyasla ileri bir adımı temsil ediyordu. Feodal ekonomiyle karşılaştırılınca, kapitalizm son derece dinamik, yenilikçi ve verimliydi.
Ama Marx, kapitalist üretim ilişkilerinin nihayetinde insanlık toplumunun gelişimini engelleyeceğini göstermişti. Dolayısıyla kapitalizm muazzam bir ekonomik büyüme, verimlilik ve teknolojik yenilik yaramış olsa da, üretim araçlarının her zamankinden daha büyük oranda özel ellerde yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine de yol açıyor, işçi sınıfını fakirleştiriyor ve daha yıkıcı ve sarsıcı ekonomik krizlere de sebebiyet veriyordu.
Yukarıda değindiğimiz gibi, toplumsal dünya hakkındaki diyalektik teorilerin hepsi muhakkak materyalist değil. Pek çok sosyal bilimci, materyal dünyaya herhangi bir özel açıklayıcı rol atfedmeden, dünyayı çeşitli transformasyonlar geçiren ve birbiriyle etkileşim halinde bulunan parçalardan oluşan bir bütün olarak kavramaktadır. Yani her şeyin, her şeyi etkilediği görüşündelerdir.
George Novack’ın Polemics in Marxist Philosophy isimli eserinde Troçki ve diyalektik üzerine olan bir yazısında belirtildiği gibi, bu bir zamanlar Troçki’nin de tutumuydu:
Troçki Hayatım‘da, tarihsel materyalizmin savunduğu birleşik bakış açısına önceleri nasıl direndiğini anlatır. Bunun yerine, bugün bile sosyal bilimlerde geniş çapta kabul gören bir teori olan “tarihsel faktörlerin çeşitliliği” teorisi benimsemiştir… İtalyan Hegelci-Marksist Antonio Labriola’nın iki yazısını okuduktan sonraysa tarihsel materyalizmin görüşlerinin doğruluğuna ikna olmuştur. Bu görüşlere göre, toplumsal eylemlerin çeşitli yönleri, üretici güçlerin gelişimine uygun olarak tarihsel olarak evrilen ve yaşamın maddi koşullarının nihai olarak belirleyici olduğu canlı bir süreçte birbiriyleriyle etkileşime giren entegre bir bütündü. Öte yandan, liberal okulun eklektikçileri, toplumsal yaşamın farklı yönlerini çeşitli bağımsız faktörlere böler, bunlara tarihüstü bir karakter bahşeder ve sonra da “batıl inançlı bir şekilde kendi eylemlerini bu bağımsız güçlerin birbiriyle etkileşimlerinin bir sonucu olarak yorumlarlar.”
Toplumsal dünyanın nasıl değiştiğini açıklayan bu eklektik bakış açısı diyalektik yöntemin bir ürünü olmakla beraber Marx’ın materyalist teorik temelinden yoksundur.
Diğer uçtaysa, toplumsal dünya hakkında materyalist bir yaklaşıma sahip olmakla beraber, diyalektik yöntemi reddeden pek çok teori mevcuttur. Taş çatlasa tek taraflı olup, insanların ve davranışlarının çevrelerine karşı çoğunlukla refleksel bir reaksiyon olduğunu savunan bu tarz yaklaşımlara Marksistler mekanik materyalizm adını vermektedir. Örneğin, sosyobiyoloji ve evrimci psikoloji çeşitli toplumsal problemler ve eşitsizlikler için biyolojik açıklamalara başvururlar.
Sosyoloji ve iktisat alanındaysa, bazı kuramcılar metodolojik bireycilik yaklaşımda ısrar etmektedir. Buna göre, tüm toplumsal fenomenler – ki bunlara yapı ve değişim de dahildir – bireysel özellikler, amaçlar, inançlar ve eylemler açısından açıklanmalıdır. Metodolojik bireycilik, bireysel aktörlerin rasyonel tercihlerinin toplumların ve sosyal değişimin tüm anahtar unsurlarını nasıl açıklayabileceğini açıklamak için oyun teorisine dayanan sosyal teorilerin altında yatan varsayımdır.
Bu mekanik materyalist teoriler, insan biyolojisinin (sosyobiyoloji) ya da maddi kazancı maksimize edip, kaybı veya riski minimize etmek için insan dürtüsünün (metodolojik bireycilik) toplumsal dünya hakkında geçerli fikirler üretmek için tek yol olduğunu vurgulayan tek taraflı girişimlerdir.
Buna karşın, iç çelişkilere ve materyal ile toplumsal dünyanın iç içe geçen bağlantılarına olan vurgusuyla diyalektik yöntem, tarihsel materyalizmi kaba bir ekonomik determinizmden kurtarır. Zira ekonomik determinizm, insan toplumlarında tarih ve siyasetin oynadığı rolü hafife almakla birlikte insanların çevrelerine refleks olarak tepki verdiğini görür. Yani burada insan ya “çıplak maymundur” ya da aksi düşünülemez bir bişimde maddi kazanç güdüsü tarafından yönlendirilir.
Engels, 1890’da bir dostuna yazdığı mektupta, Marx’ın materyalist yöntemini yanlış anlamış eleştirmenlere ve “taraftarlarına” şöyle cevap veriyordu:
Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte son kertede etken, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu asla ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse bunu ekonomik etken biricik belirleyici etkendir diyerek bozarsa, bu önermeyi anlamsız, soyut, saçma bir söze dönüştürüyor demektir. Ekonomik durum temeldir, ama üstyapının çeşitli öğeleri -sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları, örneğin başarılı bir çarpışmadan sonra yenen sınıfın koyduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler, özellikle de bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogma sistemlerine gelişmeleri- de tarihsel savaşımların gidişinde etkilerini gösterirler ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirlerler.
Aynı husus daha evvel Marx tarafından Der 18te Brumaire des Louis Napoleon isimli eserinde ifade edilmişti:
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine, kendi seçtikleri koşullar altında yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.
Marksist yöntemin materyalist unsuru, toplumsal dünyanın açıklamasını toplumun ekonomik temellerine dayandırır. Yani hepimizin “politika, bilim, sanat, dinle ilgilenmeden evvel yememiz, içmemiz, barınmamız ve giyinmemiz gerektiği” gerçeğiyle. Diyalektik unsursa, toplumsal dünyanın kendisinin sürekli değişim içinde, birbiriyle iç içe geçen birçok parçanın ürünü olduğunu vurgular ve toplumsal dünyayı kavramak dahil, insan eylemlerinin kendisinin de değişim sürecinde bir rol oynadığının altını çizer. Bu, toplumların en durağan ve değişmez göründükleri zamanlar için bile geçerlidir.
Bu, Marksizmin hem toplumun nasıl işlediğine dair bir açıklama hem de belirli koşullar altında bilinçli insan eylemlerinin o toplumu nasıl değiştirebileceğine dair bir açıklama sağladığını anlamak adına çok önem arz etmektedir. Troçki’nin otobiyografisinde yazdığı gibi:
Marksizm kendini bilinçsiz tarihsel sürecin bilinçli izahı olarak görür. Ama psikolojik değil de, tarihsel-felsefi anlamında “bilinçsiz” süreç, ancak halk kitleleri salt temel basınçla toplumsal rutini parçaladıklarında ve tarihsel gelişimin en derin ihtiyaçlarına muzaffer bir izah verdiğinde bilinçli izahla en yüksek noktada örtüşür. Ve böyle anlarda çağın en yüksek kuramsal bilinçliliği, kuramdan en uzak kalan ezilen halk kitlelerinin doğrudan eylemiyle birleşir. Bilinçle bilinçsizliğin bu yaratıcığı birlikteliğine genellikle “ilham” adı verilir. Devrim, tarihin ilham verici çılgınlığıdır.
Yazının orijinali 9 Temmuz 2015’de Eric Ruder tarafından yazılmış ve Socialist Worker‘da yayımlanmıştır.
Son Kertedeki Çeviriler Hakkında Genel Not: Blogdaki çeviriler, yazarlarının tüm fikir ve görüşlerine katıldığımız anlamını taşımamaktadır.